25 Kasım 2014 Salı

Doktor Moktor Dinlemem, Atarım Seni Camdan Aşağı




Mecburi hizmetim bitip Ankara’ya tayin istediğimde henüz üç yıllık gencecik bir hekimdim. Çalışmayı hayal ettiğim, Kızılay’a yakın bir Veremle Savaş Dispanserine tayinim çıktığında çok sevinmiştim. Ancak mehil müddetim dolup işe başlamak için tayin olduğum dispansere gittiğimde o zaman ki büyük başhekim beni orada göreve başlatmayacağını ve uzak bir semtteki Veremle Savaş Dispanserine göndereceğini söylediğinde hayal kırıklığına uğramıştım. Henüz 25 yaşındaydım ve Ankara’yı hiç bilmiyordum. Bu dispanserin oldukça uzak ve sosyoekonomik açıdan oldukça zor şartlarda bir gecekondu semtinde olduğu, kiraladığım evime iki dolmuşla gidip gelebileceğim orada bulunan bir hekim arkadaş tarafından söylendi. Şaşkınlıktan ve korkudan ağlamaya başlamışım. Oldukça ileri bir yaşta olan başhekim, beni sakinleştirip ikna edeceğine “koskoca kadınsın, evinin karşısında sağlık ocağı açamayız, burası Ankara, küçük yerde meslek hayatına başlayınca kendinizi küçük yerin büyük adamı zannediyorsunuz” diye hem hakaret edip hem de aşağılayınca nereye geldiğimi anlayamamıştım. Bu muydu yani, bir meslek büyüğü böyle mi davranmalıydı. Belki de gördüğüm bu travmatik yaklaşım nedeniyle meslek hayatım boyunca, değil genç meslektaşlarıma, hiç kimseye bu şekilde cümle kurmamaya çok özen gösterdim.

Ankara’da bize destek olacak hiç kimsemiz yoktu, bir süre sonra mecburen durumu kabul edip doğruca söylenen Veremle Savaş Dispanserine giderek göreve başladım. Dispanserde çalışan iki hekim, altı hemşire, bir memur ve bir temizlik personeli arkadaşla iyi iletişim kurduk. Kayıtlı hastalar ve kurumun işleyişi hakkında bilgi verdiler ve uyum içinde yıllarca çalıştık, taaa ki başka bir travmatik davranışlı bir arkadaş gelene kadar (belki bir gün bu konu ile ilgili bir şeyler yazarım) .

Ulaşımın dışında bir sorunum yoktu aslında. Dispanserin çevresinde yemek yiyecek bir yer yoktu ama birlikte çalıştığım arkadaşlarımla evden getirdiğimiz çıkınlarımızdaki yemekleri paylaşarak iştahla öğle yemeğimizi hep birlikte yerdik.

Temizlik personeli Durmuş efendi sürekli çay demler ve fincan fincan çay taşırdı içmem için. Ben sabah bir fincan öğleden sonra bir fincandan fazla çay içemezdim. Ancak istemediğimi söylesem bile getirdiği çay dolu fincanı “içersiiiin, içersiiiiin, iç” diyerek masama emrivaki bir şekilde koyardı. Bende Durmuş efendinin korkusundan o kapıdan çıkınca çayı hemen lavaboya döker ve lavaboda çay izi kalmamasına da bilhassa dikkat ederdim.

Polikliniğe müracaat eden ve kayıtlı verem hastalarına elimden geldiğince faydalı olmaya çalışıyordum. Verem hastalığı, tedavisi olan ancak 6-9 ay boyunca her gün düzenli olarak ilaç içme disiplini isteyen bir hastalık olduğu için hastalarımıza ve ailelerine ayrıntılı eğitim verip ilaç içmelerini takip etmek zorundaydık. Bazen eğitimli hastaları bile düzenli ilaç içme konusunda ikna etmeye zorlanıyorduk. Tabii ki kişileri ikna etmek ve bir anda davranış değişikliği oluşturmak kolay olmuyor. Bu şekilde uyum sorunu olan hastaların tedavi süreleri bir yılı geçiyor. İlaçlarını içmeyen ve bu nedenle bulaştırıcılığı bir türlü geçmeyen bir hastam ilaçlarını alması konusunda ısrar ettiğim için tabancasını göstermiş ve “doktor, moktor dinlemem, atarım seni camdan aşağı” demişti.

Başka bir hastam ise kayıt işlemlerini yaparken “sigara/alkol kullanıyor musunuz” diye sorunca cebinden içki şişesini çıkarmış ve “ne yalan söyleyeyim, içe içe geldim” diye şişeden bir fırt daha çekmişti. Ben soğukkanlılığımı koruyarak bu şekilde hastalığının iyi olamayacağını ve iyileşmesi için eğer ilaçlarını doğru içerse ve sigara/alkol kullanmazsa gıda ve giysi yardımı vereceğimizi söylemiştim. Gıda ve giysi desteği, ihtiyacı olan hastalara tedaviye uyum açısından teşvik edici oluyordu. Çünkü özellikle hastalığın iyileşme sürecinde, tıbbi hizmetin yanı sıra gıda ve giysi desteğinin de çok önemli olması nedeniyle sivil toplum kuruluşları ve hayır sahipleri ile ihtiyacı olan verem hastalarını buluşturuyorduk.

 Kolay değil şüphesiz her gün bir avuç dolusu tablet yutmak. Laf aramızda ben de hasta olsam 6-9 ay süresince her gün ilaç içmeye kesinlikle zorlanırım sanırım.

Teknoloji bu kadar gelişti, ilaçların daha kolay yutulabilmesi için tedavi rejimlerinde kullanılan ilaçların en kısa zamanda minicik bir kapsül veya minicik bir draje haline getirilmesi lazım. O zaman hastalar daha rahat ve düzenli ilaçlarını yutarak kısa sürede tedavi olur ve onların iyiliği için uğraşan hekimlerine “doktor, moktor dinlemem, atarım seni camdan aşağı” demezler inşallah.

Canım Kardeşlerim, İzmit ve Birkaç Çocukluk Anımız


 




Canım kardeşlerimle İzmit'te geçen çocukluğumuz çok eğlenceliydi. Ben dört kardeşin en büyüğüyüm. Üç yaşımdan beri bana "sen ablasın" dendi ve hep abla gibi davranmam beklendi. Sanırım bana verilen bu rolü, sadece kardeşlerime değil çevremdeki herkese bir kaç istisnanın dışında gayet olgunlukla hatta memnuniyetle yerine getirdim.

Çocukluğumuzda İzmit bu kadar kalabalık değildi, körfez kenarında sakin bir şehirdi. Çarşı esnafı hemen  hemen herkesi tanır, mahalleler de ise  herkes birbirinin hikayesini bilirdi.

Şehrin en önemli aktivitesi kurtuluş günü olan 28 haziran ile başlayan ve bir ay süren fuardı. Fuar zamanı hemen her akşam aileler çoluk çocuk hep beraber fuardaki standları gezerlerdi. Firmalar standlarında şeker, balon, şapka, broşür gibi promosyon vermeye başlamışlardı o yıllarda. Dondurma, çekirdek veya haşlanmış mısır mutlaka alınırdı. Çocuklar lunaparka  girmek ve oyuncaklara binmek için tutturunca büyüklerde çocuklarıyla beraber oyuncaklara binerek eğlenirlerdi. Gecenin finali çay bahçesinde yapılır, bir yandan çay içerken bir yandan da açıkhava gazinolarından gelen müzik  dinlenirdi. Fuardaki gazinolara İstanbul’dan ünlü sanatçılar gelirdi, her fuar zamanı en az bir kez annem ve teyzemlerle kadınlar matinesine giderdik.

O yıllarda şehrin ortasından demiryolu geçerdi, demiryolunun korkulukları sadece en merkezi yerlerde vardı, biraz yan mahallelerde korkuluk olmadığı için senede birkaç kez ölümlü kaza olurdu.

Buna rağmen ben ve benim  bir küçüğüm olan erkek kardeşimle okula gidip gelirken demiryolunun korkuluksuz olan mesafesinde ahşap traverslerden zıplayarak yürürdük veya koşarak yarışırdık. İkimiz de sevimli, heyecanlı ve hareketliydik. Muzurluk ve eğlence peşindeydik hep. Okul yolu uzundu ne yapalım! Şimdi ki gibi okul servisleri yoktu, mecburen yürüyerek gidip geldiğimiz okul yolunu sıkıcı olmaktan çıkaracak aktiviteler icat ederdik. Özellikle okul dönüşünü eğlenceli hale getirmeden hiç olur mu? Yol boyu her gün başka bir apartmanın zillerine basıp kaçardık. Teyzelerin yukarıdan "kim o, kim o" diye bağırması bize komik gelirdi.  Hiç yakalanmadık ama……

Bir defa da çok yaramaz bir arkadaşımızın aklına uyup teyzemin oturduğu apartmanın sigortalarını gevşettiğimizi hatırlıyorum, herkesin elektriklerin kesildiğini zannetmesi çok komik gelmişti bize, eve gidip neşe içinde anneme anlattığımızda sıkı bir ceza! yemiştik.

 İzmit'in pişmaniyesi kadar çene suyu da meşhurdur ve çok güzel tadı vardır. O yıllarda şehir içinde belediyenin yaptırdığı oldukça gösterişli çene suyu çeşmeleri vardı. Babam bana kırmızı, kardeşime mavi bidon almıştı ve biz evimize bir mahalle mesafedeki çeşmeden su taşırdık bidonlarımızla, ödül olarak babam bize dondurma parası verirdi. Su taşıma işi bizim için angarya değil  eğlenceydi, mahalleden başka arkadaşlarımızla beraber sanırım haftada iki gün çene suyuna giderdik. Kardeşim bebekken raşitizm geçirdiği için kafası biraz büyüktü, onunla "kocakafa" diye alay eden çocukları kovalar, ısrar edenleri pataklardım.
Evimizin olduğu sokakta kocaman boş ve bataklık arsalar vardı ve kurbağa doluydu. Kurbağaları yakalamaya çalışırdık, annem kurbağaya ellerseniz ellerinizde siğiller çıkar diye bizi korkuturdu. Kardeşim tehlikeli muzurlukları da ihmal etmezdi, bir kaç defa elektrik prizlerini çivi ile kurcalarken elektrik çarpmıştı, tabii ki onu kurtarayım derken beni de.

 Kızkardeşim üç numaramızdır, çocukken çok zayıftı. Annemin zoruyla çok az yemek yerdi. Kızkardeşim kimse görmeden yemeğinin çoğunu benim tabağıma koyardı. Bende annem ona kızmasın diye hepsini yerdim. O yüzden her zaman bir balık etli durumunda oldum. Annem oyun oynarken incitmeyelim diye onu bizden korurdu. Yaramazlığımızdan biz babam ve annemden sık sık ceza alır hatta  arada tepik bile yerdik. Ama kız kardeşim her zaman evimizin prensesi, ne babamdan ne de annemden ceza almadan büyüdü.

 En küçüğümüz dalgalı saçlı ve tombiş yanaklı çok güzel bir bebekti. Anneciğim 26 yaşında dört çocuk annesi olunca ev işleri yaparken kardeşimin salıncağını sallamak için ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olan benden yardım isterdi. Bir gün kardeşimi sallarken bir yandan da hikaye kitabı okuyordum ve bir baktım kardeşim kafa üstü yere çakıldı ve ağlamaktan katıldı. Ben ne yapacağımı şaşırdım, kardeşime bir şey olacak korkusuyla çığlık çığlığa ağlıyordum. Annem de çok korkmuştu, hemen doktora gitmişlerdi. Neyse ki korktuğumuz olmadı kardeşim gayet sağlıklıydı.

                                                    *     *     *     *     *     *
Şimdi hepimiz kocaman insanlar olduk, çoluk çocuğa karıştık çok şükür. Farklı şehirlerde yaşasak ta sık sık bir araya geliriz ve birbirimizi çok severiz maşallah. Her birimiz fiziksel ve huy olarak farklıyız. Aynı anne ve babanın evlatları, aynı ortam ve koşullarda yetişseler bile farklı özelliklere sahip olabiliyorlar. Fakat bir insan yedisinde neyse yetmişinde de aynıdır derler ya, çok doğru. 

Ben ablalık rolüm gereği ,her zaman her yerde sorumluluk sahibiyimdir. Kardeşlerimin ihtiyacı olduğunda hemen yanlarındayımdır, elimden geleni yaparım. Bu rolümün dışında ise aynen çocukluğumdaki gibi çılgın, hareketli ve neşeliyimdir. Annem bazen beni yaşının insanı değilsin diyerek eleştirir sağ olsun.

Benim küçüğüm erkek kardeşim yine çok şakacıdır, hoş sohbettir, kalenderdir, alçak gönüllüdür, herkesin yardımına koşar ama kendisine özen göstermediği için çok kilo aldı son yıllarda, yine de yakışıklıdır benim canım kardeşim.

Kız kardeşim kibar, zarif, her zaman düşünerek davranan, kimseleri kırmayan haza hanımefendidir. Derin düşüncelidir, iç dünyasında neler yaşadığını bazen algılayamam ve ona ulaşamadığımı düşünerek çok üzülürüm. Ailemizde herkesin kalbine dokunacak ince davranışları vardır. Yeğenlerinin kıymetli teyzesi ve halasıdır o.

En küçük erkek kardeşim ise yine çok yakışıklı ve iyi huyludur. Biraz mesafelidir, moda tabirle "cool". Bebekken kafa üstü düşürdüğüm için vicdan azabı duymayayım diye Rabbim onu hepimizden daha zeki yaptı şükürler olsun. Biz üç büyük kardeş annemin ve babamın disiplini ve baskılarıyla lisede ders çalışarak üniversite sınavına hazırlanmış ve kazanmıştık. Ama en küçük kardeşimize ne annem ne de babam bir gün bile ders çalış demedi. O her zaman kendi ders sorumluluğunu bildi ve başarılı oldu. Yetişkin bir birey olduğunda da her konuda çok fazla sorumluluk sahibi davranmayı kendisine yaşam mottosu yaptı. Fakat  önemsiz bir sorun için bile kendini üzüp tansiyonunu yükselttiği zaman çok kızıyorum ona. Biraz rahat ol, boş veeeeeeer canım benim.

 
                                      *     *     *     *     *     *
Rahmetli babacığım ve sevgili anneciğime bizlere verdiği sevgi, emek, değerler, disiplin ve diğer iyi özellikler için binlerce teşekkürler. Çocuk yetiştirirken biraz disiplinin gerekli olduğunu onlardan öğrendim. 

Rahmetli babacığım yasakları koyarken nedenlerini açıklardı her zaman. Günümüzde çocuklarımıza aynı disiplini uygulamak mümkün değil şüphesiz. Ne bizler aldığımız eğitimler ve dünya görüşümüz nedeniyle baskıya varan disiplinden yanayız, ne de şimdiki çocuklar ve gençler kurallara tahammüllü. Ancak sevgi, güleryüz, anlayış ve konuşarak bilgi deneyim paylaşımıyla çocuklarımızı yetiştirmeye çalışıyoruz. Allah herkesin evladını korusun.

 


 



 


 

Anneannemin Evi



 
 
 

Anneannem evinin direği, elinden her iş gelen, dünyalar güzeli abhaz (abaza/apsuva) bir hanımefendiydi. Nüfus kağıdında abhazca ismi "Aldızye" yazıyordu, ama Türkçe'de Yıldız hanıma dönüşmüştü. Aldızye'nin anlamını çok araştırmama rağmen bulamadım maalesef. Hatırlayabildiğim en erken çocukluk anılarımda, Türkçe'yi çat pat konuştuğu ve annemle sürekli abhazca konuştukları için babamın "lütfen çocukların yanında Türkçe konuş anne" diye anneanneme hatırlatma yaptığı var.
 
Sonraki yıllarda o biraz Türkçe'sini ilerletti, bende biraz abhazca öğrendim. Yarı Türkçe yarı Abhazca bir çok konuda saatlerce sohbet ederdik. Konuları öyle güzel teatral bir şekilde anlatırdı ki herşey gözümde canlanırdı ve ben anneannemin anılarını dinlemeyi çok severdim. Kendi genç kızlık anıları, ailesi, eskiden ne kadar zengin oldukları, kendi ailesindeki ve yine bir abhaz beyefendisi olan dedemin ailesindeki enteresan evlilikler, abhaz kültürünü ve bu kültürde mevcut olan asalet sınıflamalarını o kadar güzel anlatırdı ki bugün bile en küçük detaylarıyla hatırlıyorum.
 
Anneanneciğim abhaz/abaza kültüründe yadırganmayan bir davranış olarak dedemle kaçarak evlenmişti ve bugüne kadar tanıdığım hiç kimselerde görmediğim kadar beyefendi, uyumlu, sakin ve melek gibi bir insan olan dedeciğimle mutlu mesut yaşadılar senelerce. Dedeciğim çok ince düşünceli adeta evliya gibi bir insandı, hiç kimsecikleri kırdığını, sesini yükselttiğini görmedim, duymadım. Annemi ve biz torunlarını çok severdi, en güzel yemekleri bizler için hazırlatırdı. Evlerinden misafir eksik olmazdı, kocaman sofralar kurulurdu. Sevgi dolu kalbi ve yemek yedirme bonkörlüğü sadece insanlarla sınırlı değildi,  hatırladığım naif bir davranış olarak ağaçların üst dallarındaki meyvaları asla toplamazdı, en güzel meyveleri "kuşların hakkı" diye bırakırdı hep.






 
O yıllara göre asla kazak erkek davranışları yoktu, hep anneannemi destekleyen ve hayatı her şeyiyle paylaşan bir insandı. Böyle iyi bir eşi olduğu için mi anneanneciğim dominant olmuş yoksa anneannem dominant olduğu için mi dedeciğim bu kadar uyumlu olmuş bunu bilemiyorum. Ama çok iyi anlaşırlardı. 
 
                                                    *     *     *     *     *
Okullar tatil olupta yaz tatili başladığında annem ve kardeşlerimle yaşadığımız şehire 60 km mesafedeki anneannemin köyüne giderdik ve bütün yaz tatili boyunca aylarca kalırdık. Anneannemin evini ve köy hayatını bugün özlemle anıyorum, çok güzel günlerdi o günler. Mis gibi köy havası, yemyeşil ağaçlarla kaplı bahçeler, her çeşit sebze ve meyva ve çeşit çeşit çiçekler. İçinden Sakarya nehrinin şırıl şırıl bir deresi geçen filmlerdeki İsviçre’nin köylerinden bile daha güzel bir köy. Anneannemin evine gitmek bizim için tatil, eğlence ve özgürlük demekti. Anneannemin evi önceleri iki katlı ahşap bir evdi, daha sonra o ev depremde yıkılınca yanına yine iki katlı betonarme bir köy evi yapılmıştı. Ahşap ev merdiven çıkarken gıcırdardı ve üst kattaki küçük balkona çıkmamız annem tarafından tehlikeli bulunduğu için yasaktı. O yıllarda köye henüz elektrik gelmemişti, akşam olmadan annem  veya anneannem gaz lambasının fanusunun isini gazeteyle siler ve parlatırdı. Gece dedeciğim bizi oyalamak için gölge oyunu yapar ve masallar anlatırdı, bildiği masallar bitip biz hala uyumamışsak  yeni masallar uydururdu. 
 
Sonraki yıllarda "lüküs lambası" köyde gecelerimizi aydınlatmıştı. Daha gūçlü ve beyaz bir ışığı vardı, piknik tüpün üzerindeki fanus gibi bir alete küçük beyaz kese takılırdı ve bu beyaz kese yanınca kırılırdı sanırım bu yüzden sık sık değiştirilirdi. Nihayet köye elektrik getirme çalışmaları başladı bir yaz tatilimizde. Önce keresteden direkler dikildi belirli aralıklarla, sonra teller çekildi ve ardından evler elektrikle aydınlanmaya başladı. Bu müthiş bir şeydi, anneannemin evine elektrik gelmişti artık.

                                                     *     *     *     *     *
Çocukluk anılarımdan hatırladığım en eğlenceli şey tulumba. Anneannemin evinin önünde, kocaman dut ağacının altında duran kırmızı tulumba. Suyu önceleri bu tulumbadan çekerek kovalarla eve taşırdık, en zoru mutfakta bulaşık yıkamaktı. Köye elektriğin gelmesinden önce veya sonra tam hatırlayamadım, su boruları döşendi ve evin içinde musluklardan su akmaya başladı. Artık bulaşık yıkamak çok kolaylaşmıştı, bol bol suyla bardakları gıcırdata gıcırdata yıkayabiliyorduk artık. Şimdiki teknoloji ile o günleri kıyaslamak mümkün değil. Bugün değil genç insanların, benim bile anlamakta güçlük çektiğim teknoloji olmadan ev işleri nasıl yorucuydu kimbilir. Ne çamaşır makinesi, ne bulaşık makinesi, ne de elektrik süpürgesi vardı ama anneanneciğimin evi nasıl tertemiz ve düzenliydi anlatamam. Tertemiz mutfağı, kolalı dantelli örtüleri, bembeyaz mis kokulu çarşafları, elle kaplanmış rengarenk saten yüzlü yün yorganları ve yastıkları vardı. 





 
 
 
 

Anneanneciğim ve dedeciğim fasulye, günebakan, domates, biber, mısır daha bir çok şeyi ekerlerdi bereketli Sakarya topraklarındaki tarlalarına. Bahçemizde her çeşit meyva ağacı vardı, dut, erik çeşitleri (ekşi, tatlı yeşil, kırmızı, mürdüm), nar, elma, ayva, vişne, beyaz incir, siyah incir, muşmula, fındık, ceviz, şeftali, kayısı ağaçlarını hatırlıyorum. Her bir meyvayı dalından koparıp yemek harika bir duyguydu. O yıllarda dondurma az bulunduğu için nar çiçeğini külah yapıp içine dut koyarak dondurmaya benzetirdim. Fındık toplarken içindeki çatal kuyruklu böcek kulağımıza kaçacak diye korkardık. İncir ağacına kolaylıkla tırmanırdım ve ağacın üst dallarında düz ve kalın bir dalda hem incir yerdim hem de uzanıp kitap okur ve hayaller kurardım saatlerce. Her meyva ağacının ayrı bir zamanı, ayrı bir anısı ve ayrı bir tadı vardı. Bir tek kiraz ağacı yoktu, neden acaba, hatırlamıyorum. 

Anneanneciğimin her zaman en az 5- 6 ineği, 2-3 mandası ve bir sürü tavukları olurdu. Tazecik süt içerdik sıcacık her sabah, yayıkta tereyağı çırpardık, yoğurdu mayalayıp kenara battaniyeye sarıp koyardı ve ben yoğurt yeterince tutmadan tadına bakmak için örtüsünü açınca yoğurt sulu olurdu ve tabii ki bana çok kızar, abhazca söylenirdi.

Tavuklar gıdaklamaya başlayınca yumurtaları almak için teyakkuzda beklerdik. Yazın anneanneciğim ipek böceği yetiştirirdi, her akşam dut dallarını bükerek ipek böceği divanlarına yerleştirirdik. Evin önündeki dut ağacı haziran sonunda duttan neredeyse yıkılacak gibi olurdu, her taraf arı dolardı ve arı sokmasından ellerimiz ayaklarız şişerdi.
 
                                                    *     *     *     *     *

Anneannem müthiş lezzetli abhaz yemekleri yapardı. Mısır unuyla yapılan sıcak abhaz/abaza pastası/ekmeği (abısta), peynirlisi açamuka, abhaz/abaza kuru fasulyesi (agut), abhaz/abaza mantısı (haluja), abhaz/abaza tavuğu (aktu sızbal), ekşi erik sosu (erik sızbalı), cevizli lahana (ahulçapa), biber ezmesi (pırpılcıka/ acıka) çerkez peyniri, dikenbaşı gibi abhaz/abaza mutfağının en muhteşemini bizlere yedirirdi. Bayramlarda çok güzel cevizli toz şekerli hamur kızartması ve sütlaç yapardı.
 

Bahçedeki ocakta, günümüzde tam tahıllı buğday ekmeği denilen ekmeği yapardı ve soğuk sūt kaymağıyla yemek muhteşem olurdu. Abhazlar 1864 yılında Rus işgali ile Abhazya’dan Osmanlı topraklarına Karadeniz üzerinden gemilerle göç ederken çok büyük kayıplar vermişler.  Anneanneciğim de birçok abhaz/abaza gibi atalarıyla beslendiklerini düşündüğü için asla hamsi balığı yemezdi. 

O yıllarda dini bayramlar kış aylarındaydı. Mutfakta kuzinenin etrafında oturur, hem ısınır, hem yemek pişirilirdi. Kapalı bölmesinde kırmızı kabak kabuklu olarak dilimlenir ve pişirilir ve kaşıkla yenirdi. Kuzinenin üzerinde kestane pişirirdik, nasıl lezzetli olurdu. Şimdi her şey mazide kaldı......
 
                                                           *     *     *     *     *
Dağlar gibi mısır, fındık, ceviz gibi hasatın dış kabuklarından ayrılması işlemi, akşam saatinden başlayıp imece usulü ile yani komşuların birbirine yardım etmesi ile yapılırdı. Burada amaç özellikle gençlerin eğlenerek çalıştırılmasıydı sanırım.
Gençler bu tür aktivitelerde, düğünlerde bir araya gelerek tanışıp eğlenme fırsatı buluyorlardı. 
 

Özellikle Sakarya, Düzce ve köylerinde yaşayan abhazlarda değil yakın akraba, bir kaç kuşak ötesi akraba evliliğine, hatta eğer kardeş gibi büyümüşlerse komşuların çocuklarının evliliğine hoş gözle bakılmaz. Bu çok beğendiğim bir abhaz adetidir, bu adeti abartmak için "köprüden geçerken sırtı değmişse" veya "aynı güneşte çamaşır kurutmuşsa" teşbihi yapılır.

Anneanneciğim abhaz/abaza adetleri ağır olduğu ve gelinler çok yorulduğu için kız torunlarının abhaz/abaza ve çerkez birisiyle evlenmesini hiç istemezdi. Çok yaramazlık yaptığım zaman annem ceza olarak ısırgan otuyla ayaklarıma dokunurdu, saatlerce mızıldayıp dururdum ve bir iki gün uslu çocuk olurdum. Bu cezayı hak edecek annemi çıldırtacak tehlikeli yaramazlıklarımdan bir kaç tanesi; dedemin farelere karşı kilere koyduğu DDT ilacını pudra şekeri zannedip yemek, ismini bilmediğim zehirli bordo renkli meyveleri böğürtlen zannederek yemek, anneannemin dolapların üzerinde sakladığı lokum ve şekerleri masanın üzerine sandalye koyup üzerine çıkarak almaya çalışmak gibi “boğaz yoluna gitti” örneği olacak yaramazlıklar.
 
                                                    *     *     *     *     *

Annem beni her zaman anneanneme benzetir. Dominantlığımı, düzenli oluşumu, hızlı iş yapmamı, çevreyle iletişim kurmamı, olayları teatral anlatım tarzımı, yemek yapma sevgimi ama her şeyden çok ütü yapmayı sevmeyişimi. 
 
Bir çok çalışan kadın gibi bende ev işlerini, yoğun iş saatlerinden arta kalan zamanlarımda bazen severek bazen zorunlu olarak yapıyorum. Bugünün ileri teknolojileri sayesinde hayatımızı kolaylaştıran ve ev işlerinde kullanılan bir çok alet ve makinelerimizin olması nedeniyle artık bir çok ev işini yapmak çok kolaylaştı ve zevkli hale geldi ancak ütü konusunda henüz yeterince hayatımızı kolaylaştırıcı bir ilerleme yok, bu nedenle ütü ile pek aram iyi değildir. Ütü yapmayı sevmiyor olmam genetikmiş, anneanneme benziyorum zaten.  Anneanneciğim rahmet istedi bugün, mekanı cennet olsun inşallah.

 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Unutursam Fısılda



 

 

 
Son yıllarda izlediğim sanırım en duygusal, en naif, en zarif, en gerçek ve en etkileyici filmdi. Filmin iki genç, güzel ve iki genç, yakışıklı başrol oyuncusu neşe, enerji, renk ve duygu doluydular ve çok başarılıydılar şüphesiz. Ancak oyunculuk açısından başrol kesinlikle Işıl Yücesoy ve Hümeyra’nındı. Tek kelimeyle muhteşemdiler.
Empati yapmanın, yaşam geçip giderken yaşadığımız olaylarda sadece bir doğrunun, sadece bir haklının olmadığının önemini sergileyen, olayları yaşayan kişilerin birbirlerinin penceresinden bakamayışının bir öyküsü olarak mutlaka izlenmesi gereken bir film. Teşekkürler Çağan Irmak.
Bu arada film müzikleri harikaydı, teşekkürler Kenan Doğulu. Bana göre “Love Story” filminden yıllar yıllar sonra bir filmi başyapıt yapan müzikler sadece bu filmde gerçekleşti.
Benim favorim Hümeyra’dan “Kirli Beyaz Kedi”. Günlerdir bu güzel şarkıyı YouTube’dan dinliyorum, fotoğraftaki beyaz kedim Tuşpa’yı kucağımda severken.  
Lütfen bir an önce CD çıksın artık. 
 
Hümeyra – Kirli Beyaz Kedi
Nasılsın kızım anlat bana hikayeni kimler üzdü gözlerini
Nasılsın kızım söyle bana kendini neler kırdı kalbini
O taze saçlarda kimlerin eli yaşlanmış dumanlı nefesleri
Hoyratça itişleri, görgüsüz asaletsiz üzüşleri
Sen neler neler çektin ben biliyorum
Dokunsam ağlarsın hissediyorum
Hüzün zamanı geçti onlar eskidendi bitti hepsi geçti
Kirli beyaz kedi yıkan gözyaşımla
Kurtul anılardan, sarıl yarınlara
Kirli beyaz kedi yıkan gözyaşımla
Kurtul anılardan sarıl yarınlara.
 

 

13 Kasım 2014 Perşembe

Yabancı Dil Sorunu

 
Rahmetli babacığım fransızca bildiği için yardım etmek amacıyla olsa gerek ortaokulda biz dört çocuğuna da yabancı dil olarak fransızcayı seçtirdi. Herkes ingilizceyi seçtiği için fransızca dersinde sınıfta 3-4 öğrenci olurduk. Derslerimiz zaman zaman boş geçse de çok iyi fransızca öğretmenlerim oldu ortaokulda ve lisede. Kendimi ayrıcalıklı hissedip çok severek öğrenmeye çalıştım fransızcayı.

Babamın hayali beni İstanbul'daki Fransız kolejlerinden birine göndermek daha sonra da Fransa'da tıp okutmaktı ama hayaldi işte…..

Bu nedenle o yıllarda ortaokulda İngilizce yerine Fransızca seçmek pek yerinde bir tercih değildi sanırım. Üniversitede yabancı dil dersini yine fransızcadan almıştım. Tıp fakültesinde sınıf arkadaşlarımın bazıları, babamın beni yollamayı hayal ettiği o çok meşhur İstanbul kolejlerinden mezundu ve gerçekten mükemmel düzeyde yabancı dil bilmelerinin yanı sıra ayrı bir havaları vardı. Bu havalı olma izlenimini, o yıllarda belki taşradan gelmiş olma duygusu belki de babamın hayali olduğu için hissetmiş olabilirim.    Fakülte beşinci sınıfta, kuzenlerimin etkisiyle İstanbul'da okul çıkışı İngilizce kursuna gitmeye başladım. İngilizcede bazı kelimeler fransızcaya benziyordu ve galiba biraz daha kolaydı ama ben fransızca ile ingilizce grameri arasında şaşırıp kalmıştım. Kursa büyük bir hevesle iki yıl gittim. 

Derken okuldan mezun oldum ve mecburi hizmet yapmak üzere iki yıllığına  Orta Anadolu'da bir şehre tayinim çıktı. Aynı zamanda sınıf arkadaşım olan ev arkadaşım Ayşe  Amerikan koleji mezunuydu ve hem ingilizcesi hem fransızcası mükemmeldi. Hazırlandığımız ihtisas sınavlarında o yıllarda İngilizce bir metin tercüme ediliyordu, ev arkadaşım bana tıbbi metin çevirmeyi öğretmişti ve girdiğim bir çok sınavda başarılı olmuştum. 

Daha sonraki yıllarda Ankara'da bir çok kursa gittim, özel dersler aldım, Amerika'da 6 ay yaşadım, bu süreçte sözlük elimde İngilizce filmleri İngilizce alt yazıyla seyrettim ve tabii ki kursa da gittim. 
 
Amma velakin bu kadar çabaya ve heves etmeme rağmen akıcı bir şekilde bir yabancı dili konuşmayı başaramadım. Bu nedenle işimle ilgili konularda yeterince ön plana çıkamadığımı, hak ettiğim yere gelemediğimi düşünüyorum.
 
Lütfen çocuklarınızın yabancı dil konusunda başarılı olmaları için elinizden geleni esirgemeyiniz. Ne demişler bir dil bir insan, iki dil iki insan.

Yaşama Sevincimi Azaltan 10 Şey




 



Hasta olmak
Çiçeksiz ev, ağaçsız bahçe
Vefasız dostlar
Zorla birşey yapmamın istenmesi
Umutsuz şarkı sözleri
Kavgacı, kıskanç, dedikoducu, saygısız, olumsuz düşünen ve sürekli mızıldayan insanlar
Toplu taşıma araçlarında yüksek sesle, özellikle de telefonla konuşulması
Kötü kokular
Kilo almak
Her türlü tavuk yemeği (hot wings hariç)