20 Ekim 2014 Pazartesi

Yarışmaları Neden Sevmiyorum?

 
 
 
Görgüsüzlüğe gerek yok başlıklı yazımda yarışmaları sevmediğimden söz etmiştim. Olumlu veya olumsuz birçok duygu ve davranışımızın nedenini, genellikle çocukluğumuza bağlıyoruz ya. Bende bu konuyu bağlayacağım. 

İlkokul dördüncü sınıftaydık sanırım. Sınıf öğretmenimiz, Türkçe dersinde bir yarışma düzenledi. Bu yarışmanın formatı o zamanlar için oldukça yenilikçi bir davranıştı. Çünkü şimdi ki zamanların "performans ödevi" gibi bir kavram yoktu henüz. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un hayatının dört bölüm halinde hazırlanarak anlatılacağı bir yarışmaydı. Öğretmenimiz önce sınıftan gönüllü yarışmacıları seçti, her bölümü hazırlamak için  ikişer kişiye görev verdi, bir hafta sonra hem yazılı hem de anlatım olarak bizi diğer sınıf arkadaşlarımızla beraber oylama yaparak değerlendireceğini söyledi. 

Ben ve Sıddık isimli bir arkadaşım, 4. bölüm olan "Mehmet Akif Ersoy'un Mısır yılları, Türkiye'ye dönüşü ve ölümü" konusunu hazırlayıp sunacaktık. Bir hafta evimizdeki ansiklopedilerden konumu çalıştım, sunumuma hazırlandım ve heyecanla yarışma gününü beklemeye başladım. Yarışmanın yapılacağı hafta sınıf öğretmenimiz hastalandı, misafir bir öğretmen derslerimize girmeye başladı ve yarışmayı yapmak istedi. Bazı arkadaşlar sunumlarını getirmediklerini söylediler.  Misafir öğretmenimiz "iyi o zaman, bizde hazır olanlarla prova yapalım, öğretmeniniz haftaya gelince gerçek yarışmayı yapar" dedi. Bizim bölümü ben dosya kağıdına özenle yazmıştım ve güzel bir dosya içinde çantamdaydı. Sıddık'ın ise yanında yazılı bir şey yoktu, sadece Safahat'ı getirmişti. Sunumlarımızı yaptık ve oylamaya geçildi. Sınıf arkadaşlarımın büyük çoğunluğu oylarını benim heyecanlı sunumumdan yana kullandılar. 

Ben tam kazandım diye çok mutlu oluyordum ki, misafir öğretmen "ben olsaydım diğer sunumu seçerdim, çünkü Sıddık arkadaşınız Safahat'tan hazırlanmış"  dedi. Ben çocuk aklımla mesajı almıştım, yakın arkadaşlarımdan borç para alıp okul çıkışı koşarak kitapçıya gittim, hemen bir Safahat aldım. Evde sürekli Safahat elimden düşmüyor, anlamaya ve ödevimle ilgili notlar almaya çalışıyordum. Yarışmayı kazanma hevesiyle ödevime ilaveler yaptım, yeniden sayfalarca dosya kağıdına dolmakalem ile inci gibi yazdım, ön sayfaya kapak yaptım. Öncekinden daha dolu bir sunum hazırladım bu sefer. 
Öğretmenimiz ertesi hafta işe başlayınca gerçek yarışma yapıldı. Bu sefer kesinlikle önceki sunumumdan ve Sıddık'tan daha güzel bir sunum yaptım. 

Peki oylamada ne oldu, tahmin edin? Provada bana oy veren sınıf arkadaşlarım, sunumumu hiiiiiiç dikkate almadan "misafir öğretmenin o gün ki yönlendirmesiyle" Sıddık'a oy verdiler ve Sıddık kazandı. O gün hayatımda ilk defa bir duyguyla tanıştım "yarışı kaybetmenin ezikliği".  Günlerce o ezikliği üzerimden atamadım.

Bu hayatımın ilk önemli dersiydi, insanların daha güçlü birisinin yönlendirmesiyle gerçek düşüncelerinden farklı kararlar alabileceklerini öğrenmiş oldum. Taktik yapmanın önemini anladım. Misafir öğretmenin yarışma provası yaptığı gün sunumumu saklamış olsaydım belki de gerçek yarışmada kazanma şansım olacaktı. Sıddık için bu yarışmanın bir anlamı oldu mu hayatında bilmiyorum. Ama ben, kaybettiğim her türlü yarışta hep o günü hatırladım. O gün yaşadığım eziklik duygusu hep içimde kaldı ve hiç unutmadım. Bir de Safahat kitabım her zaman kütüphanemin baş köşesinde yer aldı ve Mehmet Akif Ersoy'un ne kadar büyük bir şair olduğunu hiç unutmadım.

Uzun lafın kısası ben yarışmayı sevmem, çalışmayı severim. Yarışınca bir kazanan ve bir çok kaybeden oluyor ama çalışınca herkes kazanıyor.......



Prof.Dr.Türker Baş ne güzel söylemiş.......

"Eğer kendinden başkasıyla yarışmazsan, hiç kimse sana rakip olmaz, hiç kimse seni geçemez.”

 

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

.